13 Nisan 2016 Çarşamba

Mostar - Gönüllere Yapılan Köprü

Mostar - Gönüllere Kurulan Köprü

     Balkan gezimin en güzel durağı olan birçok insanın "Ah şu köprünün altında bi nefeslensem de turkuaz suyunun kokusu ciğerlerime dolsa keşke" diye düşündüğü Mostar'dayım.



     Ve iddia ediyorum Saraybosa - Mostar arasında gerçekleştirdiğim tren yolculuğu şimdiye kadar yaptığım en iyi yolculuktu. Bu Bosna böyle bi memleket zaten. Şimdi anlayabiliyorum niye almaya uğraşmışlar vakti zamanında bu cennet toprakları. 


     Engin kayalıklardan oluşan yüce dağların arasından turkuaz renginde nehir, göl, baraj ne varsa aşıyoruz arşın arşın. Tren koltukları da oldukça rahat. Bizim "ultra lüks" YHT tasarlayıcıları bi görsün hele. (Tamam ben de meslek icabı konya hakimim. Hızı elde etmek ve optimum şekilde taşımacılık yapmak için koltuklar dar tutulmuş YHT'de. Hemen rerere rörörö yapmayın.)




     Bu arada Balkan Flexi'nin nimetlerinden yararlanmaya devam ediyorum. Kontrol bile olmadı trende. Kaç gündür yollardayım. O ülke senin bu şehir benim geziyorum. Henüz iki kere tarih atıldı biletime. Kaldı üç. Yine beleş bir yolculuk. (Kabul, beleşçiliğin nirvanasındayım.)

     Önerimdir, eğer birgün bu trenle yolculuk yapacaksanız trenin sol tarafına oturun. Zira o tarafta manzara daha güzel.


     Mostar'dayım.

     Mostar tren garı ile otogarı dipdibe. Ya da altlı üstü de diyebilirim. Bitişik binalar gibi. Belli bir otogar stili yok zaten. Bilecik otogarımsı. Dolmuşvari.


     İnsan kalabalığını takip ederek namı diğer "old town"a geldim. Zaten heryerde bulunan tabelaları da göreceksiniz. Sıkıntı yok.



     Bu olda town denilen yer taşlık yoldan oluşuyor. Topuklu ayakkabı sevdası olan ve birazcık da Pelinsu'luk taslayan tipler içindir uyarım : babet giyin babet ! (Böyle sevdası olmayan Pelinsu'ları tenzih ediyorum.)

     Uzaktan köprüyü görünce nedense içinize tarifsiz bir huzur ve "duygu" doluyor. İnsan nasıl böyle mutlu olabiliyor ki ? Sahipleniyorsunuz köprüyü, old town'u, şehri, insanları. Sanki Mostarlısınız da yıllardır gelmiyorsunuz memleketinize. Köprünün altından geçen nehre ise laf yok zaten. Böyle bir mükemmellik olamaz ! Yaradanın eseri değildir de nedir ? Hadi ateyizler bunu da açıklayın.



     Bildiğimiz o meşhur köprü dışında benim gördüğüm 1-2 tane daha araç trafiğine de açık köprü var. Ama bizi ilgilendiren en eskisi olan. En güzeli olan. Köprünün giriş ve çıkışlarınıda sayısız ve envayi çeşit hediyelikçiler bulunuyor. İstediğiniz gibi hediyelik eşya alabilirsiniz. Hunharca. Fiyatlar her turistik mekanda olduğu gibi. Kupalar 6 KM, magnetler 1 Euro, kartpostallar 5 tanesi 1 Euro.



     Tabi Mostar'ın güzelliği gönlümüzü ve beynimizi doldururken midemizi de unutmamak lazım. Üsküp yazımda da dediğim gibi Balkanların vazgeçilemez lezzeti Cevapcici'yi yemeden gelmeyin. Köprü manzaralı güzel bir mekanda 9,5 KM ile cevapcici'nizi cici cici yiyebilirsiniz.


     Yemek demişken bir yer daha söylemeden geçemeyeceğim. Türk konsolosluğu yanındaki börekçiye uğrayın. Ispanaklı börekleri muhteşem. Yerken de beni hatırlayın. Adamın biri dediydi de git dedi de ye dedi Türk Konsolosluğu dedi ıspanaklı börek dedi diyin. Yiyiniz efenim. Kaç kere daha gelcez dünyaya. Değil mi ? Yalan mı ? Doğru.



     Şimdi sıra geldi Mostar'da şahit olduğum ve çok şaşırdığım bir muhabbete. Köprüaltında huzur dolarken karşı kıyıda genç bir adam 2 metre civarındaki yükseklikten defalarca nehre atlıyordu. "Napıyo la bu?" diye düşünürken tıpış tıpış sudan çıktı ve köprünün üzerinde belirdi. O sırada köprü üzeri de normale göre daha da kalabalıklaştı. Bizim eleman köprünün duvarına çıktı ve "Atla ! Atla!" gibi nidalar eşliğinde kendisini 24 metreden turkuaz nehrin sularına bıraktı. Sanki ben atladım. İçim ürperdi. Bu nasıl bir cesaret, manyaklık ya da deliliktir ? Eleman atladıktan sonra yandaşları köprü üstündeki ziyaretçilerden bahşişleri topladı. Sonradan öğrendim ki bir kıza talip olan genç adam kendisini kızın ailesine ispat etmek için köprünün üzerinden atlamak zorundaymış. Değişik bir gelenek. İyi ki biz de yok. 

     Midemizi de Mostar'ın eşsiz lezzetleri ile doldurduğumuza göre biraz insanlar ile sohbet edelim değil mi ? Kız kardeşimin "Abi yeaaağğ o kadar gittin gezdin ala ala bunu mu aldın ?" şeklindeki tepkisi ile karşılaşmamak için dükkan dükkan geziyorum uygun birşeyler bulmak ümidiyle. Derken üzerimdeki İstanbul tişörtünü gören ve adının Nimet olduğunu öğrendiğim bir bayan dükkanına davet etti beni. Hemen limonata ısmarladı. Üzerine Boşnak çayı. Sohbet koyu. Muhteşem Yüzyıl'ın sağlam fanatiğiymiş kendisi. Dizi bizde final yaptığı için spoileri'ımı da vermeden geçmedim. Bu ablamız Türkiye aşığı imiş. Türkçe kursuna bile gidiyormuş. Ayak üstü pratik yapacak adam arıyormuş. Tek hayali İstanbul'a yerleşip hediyelikçilik işine Sultanahmet'te devam etmekmiş. Konuştuk da konuştuk. Belgrad otobüsüme daha 4-5 saat var. Bu süreçte dükkanda durdum. Gelen Türk kafilelerini davet ettim. Satış yaptım. Bla bla bla. Hayatım boyunca unutamayacağım bir tecrübe ve anı. Mostar planı yapacaklar bu ablamızla hoş sohbet etmek isterlerse benimle iletişime geçsinler, tarif edeyim.




     19:30 otobüsü ile Belgrad'a geçeceğim. Sabah saatlerinde Belgrad'da inip Vrsac üzerinden Oradea'ya geri döneceğim. Bir gezinin daha sonuna geldim. Siz bu satırları okurken 6 ay da Atina'da Erasmus yapmış olacağım. Zamanı gelince Atina ve Yunanistan hakkında da gerekli yazılarımı yazacağım. 
     

     Daha aklıma gelmeyen, yazmaya üşendiğim o kadar güzellik ve maneviyat var ki bu şehirde. Yukarıda okuduklarınız sadece önsözü olacak nitelikte. Umarım dünya gözüyle tekrar görüşürüz Mostar. Gönüllere kurulan bu köprünün yıkılmaması ümidiyle. La revedere ! 

 



   

      
Devamını Oku »

22 Şubat 2016 Pazartesi

Yunanistan'dan İstanbul'a otostop mu ? Yaptık, aha dayıya sor !

Şimdiii... Çocuklarıma ve torunlarıma belki de gereksiz yere gururlanarak anlatacağım bir otostop macerası ile karşınızdayım a dostlar !

Bilenler bilir şu an Atina'da Erasmus öğrencisiyim. Ve doğum günüm olan 9 Kasım da geldi çattı. E Ailemizle hasretiz birbirimize. Vatan özlemini söylemiyorum bile. Bu hasret durumu canıma tak etti. Öğrenciliğin verdiği kısıtlı imkan ve içimdeki maceraperestliğin sonucu olarak okuyacağınız otostop olayına kalkıştım. Nasıl mı oldu ? İşte anlatıyorum.

2015 senesinin 7 Kasım sularındayım. Çocukluk hayalimdir fikir rehberim olan Mustafa Kemal ATATÜRK'ün hayata gözlerini yumduğu gün hayata gözlerini açtığı evde olmak. Bunun için bir süre öncesinde Rynair'den Atina - Selanik bileti aldım. 10 Kasım sabahı 8 civarı Selanik'e indim.

Selanik Havaalı'ndayım.

Gittiğinizde göreceksiniz hava alanından merkeze giden 2 hat şeklinde halk otobüsü var. Onlardan istediğinize binip yaklaşık yarım saat sonra insan kalabalığının indiği yerde inin. Burası Kamara Meydanı. Eğer meydanda aşağıdaki resimde gördüğünüz Galerius Kemeri'ni görüyorsanız doğru yerdesiniz demektir. Otobüsten iner inmez ana caddeyi solunuza aldığınızı düşünerek sağ istikametinize doğru yardırın. Ara sokaklardan geçerek Atatürk Evi'ne kolayca ulaşabilirsiniz. Zamanında Ali Rıza Baba'mız parayı kırıp en merkezi yerden kiralamış evi. Buradan aziz ruhuna şükranlarımı iletiyorum. 

İyot kokulu Selanik sokaklarından ilerleyerek Atatürk Evi'ne ya da Müzesi'ne vardım.

Saygı dakikaları başladı.

Anıtkabir, Çanakkale, Dumlupınar, Manastır, Harbiye derken seni yaşama görevinde sona gelindi Efe'm. Ne mutlu ki bana son nefesini verdiğin o makus günde ilk nefesini aldığın yerdeyim. Şükür yaradana.

Resmen bayram yeri Atatürk Evi. Güzel vatanımın nadide şehirlerinden birçok insan gelmiş. Kalabalığın arasına attım kendimi. Bi nevi memleket özlemimi gideriyorum. Anadolu kokuyorlar adeta !

Gözüme kestirdiğim ablalara, abilere ne zaman döneceklerini sordum. Hani giderken beni de sınıra kadar atıverirler mi acaba diye. Ama nafile. Yolcu taşımacılığı, tur anlaşmaları ıvız zıvırları yüzünden hevesim kursağımda kaldı. Otostop tek çare oldu yani anlayacağınız. E haydi çekelim o zaman. Şansımıza ne çıkarsa. Vira Bismillah !

Öncelikle şunu söylemek istiyorum. Ototstop tehlikeli ve bir o kadar zahmetli bir iştir. Nereye kadar gideceğiniz, nasıl bir sürücüye denk geleceğiniz tamamen şansınıza kalmış. O yüzden önyargılarınızla savaşırken gerekli hazırlıklarınızı da yapmalısınız. Bu hazırlıklar nelerdir peki ? Yol kenarında ya da bi benzinlikte uyuma ihtimalinize karşı gerekli ekipman. Bu tercih sebebine göre çeşitli alternatifler olabilir. Bir diğeri ve bence en önemlisi otostop kartı. Nereye gitmek istediğinizi büyük harflerle bir kartona yazın ve sürücülerin görebileceği şekilde tutun. Yüzde bin beş yüz işe yarayacaktır.

Selanik bildiğiniz gibi büyük bir şehir. Yunanistan'ın ise ikinci büyük şehri. Ve benim gibi memleketiniz metropol Bilecik ya da çeşitlerinden ise harbiden geniş bir şehir. Ama korkmayın ! Eğer bu niyete kalkıştıysanız sonraki paragraflarda yazanları birebir kaydedin ve uygulayın. Başarısız olma ihtimaliniz çok düşük. Bu arada Selanik - İstanbul arasında çeşitli otobüs firmaları da var. Zahmete kalkışmak istemiyorsanız onları kullanabilirsiniz. 

İlk işiniz Kamara Meydanı'na geri inmek. Meydandan bulunan büfelerin birinden halk otobüsü için bilet alınız. Öğrenci bileti yalnızca 50 Cent. Daha sonra yine meydanda bulunan otobüs duraklarında 83 numaları otobüs durağını bulun. Bu otobüs Lagkadas kasabasına gitmektedir. En son durakta inin. Küçük bir ilçe otogarına hoşgeldiniz. Hiç telaşe düşmeyin. Doğru yoldasınız. Otogarda otobüsten indiğiniz yerde bilet gişesini göreceksiniz. Görevli adam İngilizce bilmektedir. Kendisine Rentina otobüsüne binmek istediğinizi söyleyin ve 1,5 euro karşılığında bileti alınız. Daha sonra kendisinden sürücüye sizi otoban gişelerinde (toll (eng.) = otoban gişesi) indirmesini Yunanca söylemesini rica ediniz. Kesinlikle yardımcı olacaktır. Yaklaşık 20 dakikalık yolculuğun sonunda göl kenarında sürücü sizi indirecektir. Otoban gişelerine hoşgeldiniz. Buraya kadar işin teorik kısmı. Eğer teorik kısmı pratiğe dökmüş iseniz bundan sonrası en kolay bölüm. Hadi onu da farklı bir üslupla anlatalım.

Otoban gişelerine geldim. Ne kadar şanslıyım ki gişelere gelir gelmez 34 plaka bir tır ihtiyaç molası için durdu. Hemen yanına gittim.
- Selamun aleyküm kaptan yolculuk nereye ?
+ Sen nereye gidicen ?
- Bilecik'e.
+ Ora nere la ?
- Abi sen sınıra gidicen mi ? İpsala'ya ?
+ Atla hadi çok konuşma. Ayakkabılarını çıkar yalnız otelime girerken.
Adam ne kadar da titiz. Eğer tır sürücüsüne denk gelmişseniz o demese bile siz sorun ayakkabılarımı çıkarayım mı diye. Atladık gidiyoruz.
Mehmet abi Çorlu'lu. Arnavutluk'tan Çorlu'ya gidiyormuş. 50 küsür yaşında. 4 tane torunu varmış. Küçük oğlu tam bir fırlamaymış. Zor zanaat bu iş. Sabır ye düzensizlik istiyor. Mehmet abi konuştukça acaba Karaambar Kamyoncular Derneği'ne üye olsam mı diye düşünmeden edemedim. Ama Recep İvedik abimizden üyelik sürecini bildiğimden anında vazgeçtim. İpsala'ya kadar her görüğümüz kahveciden aldığımız frappeleri yudumlarak, tasvip etmemekle beraber gişelerde bulunan görevlilere Türkçe selam veriyormuş gibi küfür ederek İpsala'ya geldik. Bir de ne görelim ! Yaklaşık 2 km kadar tır kuyruğu var.
+Bu sıra bize ancak akşama gelir yeğenim.
- E napayım o zaman kaptan ?
+ Sen naap biliyon mu ?
- Napam ?!
+ Sen in.Sınıra kadar yürü. Oradan başka araba bulursun gidecek.
- Peki abicim. Allah razı olsun. Bir gün memleketin bir yerinde denk gelirsek yemek ısmarlıcam sana.
+ Sen adam gibi oku memlekete yararlı bi mühendis ol o yeter bana.
- Eyvallah kaptan. Hayırlı yolculuklar. Allah tekerini düz bastırsın.

Hiç bilmediğim bir yerde inmek zorunda kaldım. Bu da otostobun fıtratında var işte. 2 km kadar yürüdüm. Bu esnada devriye atan Yunan polisleri geldi yanıma usulca. Bu da ne demek ? (Konuşmamız tarzan ingilizcesi çerçevesinde geçti)

+ Kalispera (İyi günler)!
- Kalispera sas !
+ Nereye gidiyorsun ?
- (Gururlanarak) Kendi ülkeme.
+ (Gayet artistçe) Neresiymiş senin ülken ? (Sanki İpsala kapısından Türkiye dışında başka bir ülkeye geçiş var.)
- Sizce ?
+ Türkiye mi?
- Başka seçeneğim var mı ?
+ Türkiye üzerinden başka bir ülkeye de geçebilirsin. (Haklı aslında.)
- Evet Türkiye
+ Nereden geliyorsun.
- Selanik.
+ Ne ile geldin buraya.
- Otostop.
+ İmkansız. Kendi ülkene giremezsin.
- Biz Türkler imkansızı başarırırz, mucizeler zaman alır. Hem ben ne zaman kendi ülkeme girmek için sizden izin istedim ki ? (Thug Life) (Bu laftan sonra ofis tarzı bir yere soktular beni.)
+ Yunanistan'da ne yaptın.
- Erasmus öğrencisiyim. Buyur burada da Erasmus belgelerim, pasaportum, vizem, TC kimliğim, Yunan öğrenci kimliğim. (Mor bi hal almaya başladı eleman.)
+ Buradan nasıl devam edeceksin.
- Otostop ile.
+ Anlaşıldı. Bol şans komşu. (Aferin adam olcan böyle, canımı yicen.)
- Efharisto parakalo !

Yunan polisleri ile tatlı bir laf atışması yaşamış olmama rağmen kuyruğun en önünde bulunan sürücüye beni sınırı geçirmesi için rica ettiler. Duty Free'den alışverişimi yaptıktan sonra rica ettikleri Makedon sürücü de sağolsun Meriç'i geçirdi beni. Bu arada Türk - Yunan sınırını yaya olarak geçmeniz yasak. Meriç Nehri üzerindeki köprü sadece araç trafiğine açık. Sınırı geçtikten sonra Makedon abimiz benden bu kadar, burada uyucam şeklinde bi açıklama yaptı yarım yamalak ingilizcesi ile. Teşekkür edip başladım yürümeye.

Yürüyorum ama nereye kadar ? Bir yandan da geçen araçlara İstanbul yazılı otostop kartımı gösteriyorum ancak bir Allahın kulu durmuyor. Hava da kararacak gibi. Niyetim akşam 8-9 gibi İstanbul'da olmak ve oradan Bilecik arabasına binmek. Ama nafile gibi duruyor. İpsala Devlet Hastanesi'nde sabahlama planları kurarken ticari bir taksi geldi durdu yanımda.
+ Yolculuk nereye kardeş ?
- Kısmetse İstanbul abi.
+ Buradan çok zor. Gel ben seni İpsala'ya bırakayım, oradan otobüslere atlarsın.
- Yanımda Türk parası yok ama abi. Hem taksiye de para vermek istemiyorum.
+ Tamam 3-5 km zaten. Hem ben de o tarafa gidiyorum. Sen varsa 10 Euro ver bana ben sana 30 TL vereyim.
- Olur abi, eyvellah.
Taksici abi sağolsun beni İpsala dörtyoluna kadar bıraktı. Bir yandan Çorlu otobüslerini bekliyorum, bir yandan da İstanbul yazılı otostop kartımı kaldırıyorum. Ama yine kimse durmuyor. Otobüs de gelmiyor. Yine tam umutsuzluğa kapıldım derken bizim Makedon abi durdu yanımda. Para çekmeye indi ATM'ye. Gittim yanına, Yalvar yakar, rica minnet arabasına aldı tekrar beni. Sınırda dinleceğim demişti ya, o palavrasını da attım içime. Olsundu. Beni Çorlu'ya kadar bırakacaktı.

Adam üç beş kelime Türkçe biliyor. İngilizcesi de o derece. Üsküp, Ohrid, Bitola bir yerlerden muhabbete girmeye çalışıyorum. Ama adam Çorlu'ya kadar telefon ile konuştu. Hava da karardı iyice. Çorlu'ye gelmiştik. Beni indireceği uygun bir yer de bulamadık. Ama iyi ki bulamamışız. Ağzım burnum derken Çerkezköy tabelasını geçtik bile. Çerkezköy Otogarı'nın nerede olduğunu bildiğini söyledi. Adamın dibiymiş ki beni otogarın önüne kadar getirdi. Oradan otobüs ile Çerkezköy - İstanbul - Bilecik yaptım ve gece 1 sularında yiğidin harman olduğu Bilecik'e varmış bulundum.  

Devamını Oku »

21 Şubat 2016 Pazar

Saraybosna - Canlı Savaş Müzesi

     Saat 7 civarında Belgrad’a ulaştım. Güney yönünden geldiğim için ana tren istasyonunda (Beograd Railway Station) indim.




     Gece trende yaşadığım tatsız olaydan dolayı buradan soğudum adeta. O yüzden doğrudan Saraybosna’ya gitmeye karar verdim. Bu Sırplara bir dinar döviz bırakan ahanda böyle olsun ! 



     Önceden yapmış olduğum araştırmaya göre savaş mazisi yüzünden (Bu konuya değineğeceğim.) Belgrad-Saraybosna tren hattı mevcut olmasına rağmen tren sefeleri aktif değil. O yüzden otobüs ile gitmekten başka bir çarem yok. Blablacar gibi diğer seçenekleri de değerlendirebilirsiniz. Ancak orada araç aramaya ne vaktim ne internet imkanım var. 



     Yukarıdaki haritada da gördüğünüz üzere tren garı ile otogar dip dibe resmen. Bizdeki gibi her firmaya ait ofis ya da dükkanlar yok. Ortak gişelerden en az sıra olanına girdim ve “Sarajevo” dedim. 20 dakika sonra Saraybosna arabası varmış. Biletimi almaya müteakip Belgrad’a has ‘pekara’dan yolluk niyetine börek zulaladım. Uzun bir yolculuğa daha dinlenmeden hazırım. Hakkımızda hayırlısı...






     Saraybosna otobüsündeyim.



     Dunav Nehri’ni geçerek Belgrad’dan çıkan ana arterlerden hızla ilerliyoruz. Buraya gelmeden önce de öğrendiğim gibi özellikle Bosna Savaşı’ndan sonra bölgedeki ulaşım ağı şekil değiştirmiş. Önemli yerlere gitmek istiyorsanız Belgrad’a mutlaka uğramak zorundasınız.



     Sırp kesiminde mola verdik. Daha çok olmadı ki. Bu mola da neden ? “Belgrad Metin Tesisleri’ne hoşgeldiniz. (reklamlar) Mola süremiz 30 dakika olup önemli eşyalarınızı araçta bırakmamanız rica olunur.” gibi bir anonstan sonra mola yerini turlamaya başladım. Ortamı saran nahoş et kokusu burnumun direği ile meydan muharebesine başladı. Kokunun kaynağına doğru gittiğimde bir de ne göreyim ? Bizdeki kuzu çevirme var ya. Ortada dönen kuzu yerine domuz ! Şimdi burada domuz yemesiyle alakalı yersiz tartışmaya girmeyeceğim tabi ki. Ancak bu nimet de hiç de hoş kokmuyor. Mekanın etrafındaki ağaçlar bile solmuş kokudan. İhtiyaç molasının gerekliliklerini yerine getirdikten sonra fişşşşek hızında devam eden yolculuğumuz nihayetinde Sırp-Bosna sınır kapısına geldik.



     Boşnak polisler pasaport kontrolü yapıyor. Pasaportumun ön kapağındaki ay yıldızı görünce tebessüm edip “Selamunaleyküm” dedi. Normalde gelen kişi ben olduğum için benim demem gerekiyordu esasında. ”Aleykümselam” dedikten sonra otobüsteki Sırp yolcuların değişik bakışları altında kaldım. “Hahaa naaaber ?” bakışımla artistlik yaparak bacak bacak üzerine attım ve onlara yapılan muameleleri zevkle izledim. Makedonya-Sırbistan sınırına bana yapılan uygulamaları onlara yapıyordu Boşnak polisler. O kadar mutlu ve huzurlu oldum ki. Deli misiniiiiizzz ? Bu uygulamaları tabi ki tasvip etmiyorum. İnsanca yaşamak kadar kolay şeyi neden beceremiyoruz ? Dün gece aklıma geldi bak yine ? Madem insan gibi yaşamak en kolayı Sırp polisler bana neden zor olanı uyguladı ? Neyse ne ! Bosnalılar zamanında katliamları hak etmişler miydi peki ? Onun intikamını almıyorlar mı şu an ? Yardırın memur beyler. Bu adam arkanızda ! (Nasıl da gaza geldiler bi görseniz.) 

     Bosna topraklarındayım.


     İki ülke sınırını nehir ve devamındaki göl oluşturuyor. Aslında nehir kenarında tren rayları var ama dediğim gibi pasif durumdaymış şu an. Umarım en kısa zamanda açılır da birazdan görmeyi umduğum doğa harikalarını trenden izleme zevki edinir insanlar. 



    Eğer bir gün Belgrad’dan Bosna’ya gelecek olursanız şahsi araç ve trenden sonra otobüs son tercihiniz olsun. Ruhunuzu bu muazzam doğa ile doldurun. Küçüklüğümde TRT’de çeşitli resimler yapan rahmetli ressam Bob amcanın tablolarından fırlamış bu manzarayı her hücrenizde hissedin.

- Şuralara mutlu mutlu insanlar çizelim.
- Bosnalıları mı ? Yaşıtlarım savaş görmüş. Nasıl mutlu olsunlar ?
- Olsun biz görevimizi yapalım. Tüm dünya beni böyle tanımıyor mu ? Mutluluk çizicizi Ressam Bob !
- Büyüksün babaaaaaa...

     Uçsuz bucaksız ormanlar, doğal mağara tünelleri, mavinin tüm tonlarını, turkuazın soy ağacını, yeşilin her halini içeren göller, yaylalar, nehirler... Sanki Norveç’te Trolltunga'ya çıkarken o fiyord senin bu fiyord benim dolaşıyorum.

     Seyahat ettiğim otobüs anladığım kadarıyla Boşnak firması. Çünkü sınırı geçtikten sonra domuzlu ekmek arası yiyen gence sürücünün anlam veremediği bir tepkisi oldu. Bu tepki sonucunda ekmeğini çantasına koyan arkadaş, sürücünün anlayamayacağını düşünerek İngilizce küfürler etti. Savaşın izlerini şimdiden hissetmeye başladım. İnsanlar hala çatışıyor. Ne gerek var ? Bu doğada yaşayan insanlar nasıl kötü olabilir ? Yahu neyi paylaşamıyorsunuz ? Neyin karaktersizliği bu ? Ya da müslüman mahallesinde salyangoz satmak gibi bir şey mi ? Hayat tecrübem cevaplamaya yetmedi.

     İrili ufaklı köylerden geçiyoruz. Köy kahvelerinin önünde Bosna-Sırp-Arnavut bayrakları var. Ülkenin içerisine doğru ilerledikçe Sırp ve Arnavut bayraklarının sayısı azalıyor. Bizde Edirne’nin ya da Şanlıurfa’nın sınır köylerinde Yunan (ki şu an gezi notlarımı Atina'dan yazıyorum.) ya da Suriye bayraklarının varlığını (ki güncel uygulamalar büyük abilerin fikirlerinin bu olduğunu gösteriyor.) düşündüm bir an. Haklı bir tepkimiz olur elbet. Ama burada durum tamamen farklı.


     Accık çetrefilli bir yol. Sürekli rampa çıkıyoruz. Hani her çıkışın bir inişi vardı ? (Kendinizi Saraybosna girişine saklayın! ) Rakım arttıkça manzaranın güzelliği daha da belli ediyor kendini. Artık gerçekten mola verilmesini düşündüğüm sırada tam zirvede durduk. Buz gibi kaynak suyu akan çeşme de var. Bilecik'in kireçli suyu, Eskişehir kabalak suyu ya da İzmir Çeşmealtı'nın afedersiniz kanalizasyon kokan suyu ile kendine hayat bulan bu bünyenin bu zirvede içtiği su gerçek su ise önceden içmiş oldukları ne ? Nasıl bir lezzettir bu ? İlaç gibi su mübarek.


     Yenişehir ovasını andıran verimli Bosna ovalarından sonra 15:15 gibi saray şehir Saraybosna’ya vardık. Şehre girişiniz bir tepeden başlıyor. Tüm Saraybosna ayaklarınızın altında. Şehir tepelerin arasına kurulmuş. Vakti zamanında Bosna Savaşı’nda Sırp kuvvetleri bu tepelere tanklarını konuşlandırmış ve güzelim şehri bombalamış. Nasıl bir zalimliktir bu ? Her neyse... Sonra bi inmeye başlıyorsunuz ta ki otogara kadar. Çıktığınız o bütün rampaların intikamını alıyorsunuz adeta !



     Nihayetinde otogara varabildik. Şehrin adında her ne kadar ‘saray’ kelimesi olsa da otogar "virane" resmen. Tepeden şehir merkezini görüp zihnime kazıdığım zahiri haritaya göre otogar ile şehir merkezi biraz küsler birbirlerine. Şehir otogarından merkeze (Başçarşı) gitmeniz için 2 seçeneğiniz var. Bunlardan ilki ve en basiti olanı pazarlık ile taksi tutmanızdır. Otogar – Başçarşı arası 10 Euro’ya taksi bulabilirsiniz. Diğer seçenek ise taksi ile 5 Euro’ya Ilıca’ya gitmeniz ve oradan cüzi bir miktar vererek tramvay ile Başçarşı’ya geçmeniz. Her iki durumda da taksiciler ile pazarlık yapın ve bu fiyatlardan fazlasını vermeyin derim. Taksilerde Euro geçtiğini dememe gerek yok diye düşünüyorum. Ben 2. seçeneği seçtim. Sanırsam Ilıca muhiti Saraybosna’nın bir semti. İsmi aynen Türkçe okunduğu gibi ‘Ilıca’. Acun Ilıcalı buralı mı acaba ? (Tamam kabul ediyorum, kötüydü.) (Ama ya doğruysa ?)

     Döviz bürosu arayarak ufak bir tur attım semt içinde. İrili ufaklı her ihtiyacı karşılayacak dükkanlar bulunuyor. Dükkanların camekanlarında ‘KM’ yazıyor sürekli. İlk başta ‘Kilometre ne alaka? ‘ diye düşünmedim değil. Cahilliğime verin. Ancak döviz bürosuna girdiğimde ‘1 Euro = 2 KM’ yazısını görünce anladım ki buranın para birimi ‘KM’ (mark) imiş. Para birimi konusuna bir parantez açmak istiyorum. Zira, bu bilgi çok ilginicime gitmişti:
***Bosna Para Birimi : Değiştirilebilir Mark
                                      Değiştirmek = Convert
                                      Değiştirilebilir Mark = Konvertıbıl Mark

                                      Konvertıbıl Mark = KM (Kamooonnn)



     Bu gece kalmak için uygun bir pansiyon rezervasyonu yapmak ve telefonumun bataryasını doldurmak için gözüme kestirdiğim bir kafeye oturdum. Burada hostel piyasası birazcık daha pahalı gibi. ‘Hostel Sarajevo Center’ adında bir yere 8,5 Euro’ya rezervasyon yaptırdım.


     Ilıca’dan Başçarşı’ya gitmek için başka seçenekler olsa da siz yine de tramvayı tercih edin. Halktan soyutlanıp taksi kullanmak absürd gelir bana. Ki ilk defa gittiğim bir memleket ise toplu taşıma araçlarını mutlaka kullanamaya çalışırım. Her neyse...
Sosyal medyada yaptığım yer bildiriminde de yazdığım gibi ‘Bosna : Renkli gözlü insanlar diyarı.’ İnsanların neredeyse tamamı nasıl mavi ya da yeşil gözlü olabilir ? Ne güzel bir gen’dir bu böyle ?

     Başçarşı’ya giden sakın ha benim gibi sürü psikolojisine uyup topluluğu izleyerek kalabalığın indiği yerde inmeyin. Yoksa fazlasıyla yürümek sorunda kalırsınız. Başçarşı son durak oluyor. Dolayısıyla tramvayın tamamen durmasını bekleyin.

    Akılsız başın cezasını çeken ayaklarım bir süre 70 kiloluk bedenimi taşıyarak (siz bu yazıları okurken 80’e çıktı) (Canan Karatay'ı bulun bana ! ) hosteli buldum. Daha dün açılmış ve uluslararası ilk misafirleri benmişim. Kapıda karşılandım adeta. Çalışanları çok güleryüzlü. Yorgunluk atma safhasından sonra resepsiyondan aldığım harita ile şehri turlamaya başladım.




     Şimdiye kadar birçok yer gezdim ama buradaki şehir haritası en beğendiğim oldu şüphesiz. 1’den 40’a kadar şehrin önemli yerlerini numaralandırmışlar. İlk başta gaza gelip "40 numaraya kadar giderim la" demişsem de 1’den 4-5’e kadar takip ettim anca. 


     Başçarşı’nın tam ortasında Bursa Fomara Meydanı’nın da merkezinde bulunan çeşme var. Burasının tarihi objelerinden birisidir kendisi. Bursa’daki gibi buluşma mekanı. Her ne kadar hava kararmış olsa da yağız delikanlılar kara incileri'ni, garagız'lar da çoban yıldız'larını beklemekteler. 

     Bugün Bosna-Kıbrıs futbol müsabakası varmış. Tarihinde ilk kez son dünya kupasına katılan Bosnalılar için futbol, heyecan demekmiş bugün anladım. Stadyum, Başçarşı’ya taşınmış adeta. Kısa süre önceki geçmişinde türlü acılar yaşayan Bosna’da herkes tek yürek olmuş takımlarını destekliyor. 



     Başçarşı’da bulunan börekçilerden börek yiyiniz. Bir porsiyon börek 2-3 Mark arası değişiyor. Ama verdiği haz ve sahip olduğu lezzet paha biçilemez. Bosna'da midenize ve ruhunuza hitap eden her lezzeti bulabilirsiniz. Çay, kahve, döner, kebap, baklava ve daha niceleri...


     Yarın sabah tren ile Mostar’a gideceğim için şimdiden tren garının yerini öğrenmem gerek. Çünkü sabah erken saatte olan treni kaçırma lüksüm bulunmuyor. Gar da oldukça uzaktaymış. "Yürü ya kulum" hesabı başladım yürümeye. Başçarşı – tren garı arasında oldukça gereksiz sistemlerle aydınlatılmış büyük büyük AVM’ler bulunuyor. Garda bulunan listeden de teyit ettiğim gibi sabah 6:50’de Mostar trenim var. 


     Gar dönüşü tekrar tramvayı kullandım. Şehirde mantıklı ve güzel bir tramvay hattı bulunuyor. İstediğiniz birçok noktaya gidebilirsiniz. Tramvayın içi kalabalık ise biletsiz de binebilirsiniz. Üzerimdeki İstanbul tişörtünü gören yaşlı Türk bir çift ile konuştum. Balıkesirlilermiş. Beyefendi emekli subaymış. Yazlıkları varmış. Çok değil, 2-3 sene önce hayalini kurduğum hayatı yaşıyorlar. İmrendim. Selamlar, saygılar kendilerine.




     Anlattığım gibi şehir merkezi, Başçarşı demek. Buraya geldiğinizde şahit olacaksınız ki her taraf harabeler ile dolu. Malum Bosna savaşından sonra Bosnalılar onarmamış bu harabeleri. Üstüne üstlük "Canlı Savaş Müzesi" haline getirmişler şehri. Büyük çaplı enkazların önünde gerekli açıklamalar da bulunuyor “Şu tarihte şu bomda isabet etmiştir” diye.

     Yeri gelmişken Bosna Savaşı’ndan da biraz bahsederek gözlerinizi ütülemek istiyorum: (kaynak wikipedia)

     Bosna Hersek'te 1 Mart 1992 tarihinden 14 Aralık 1995 tarihine kadar sürmüş olan bir savaştır. Üç yıldan fazla süren bu savaş sırasında 100.000 - 110.000 kişi hayatını kaybetmiş, 2 milyon kadar insan da yerini yurdunu terk etmek zorunda kalmıştır.


      Sovyet Birliği'nin dağılması, Berlin Duvarının yıkılması sonrasında Batının Balkanlardaki çalışmaları da bu bölgede patlayan savaşlarda oldukça etkilidir. Vatikan, Avusturya ve Almanya, Hırvatistan'ı Yugoslavya'dan ayrılmaya teşvik etti. Hırvatistan'ı çok geçmeden Bosna izledi. 29 Şubat - 1 Mart 1992'te Bosnalı Hırvatlar ve Bosnalı Müslümanlar bir bağımsızlık referandumu düzenlediler ve sonuç yüzde 99.7' ile Yugoslavya’dan bağımsızlık ilanı yönünde oldu.


     27 Mayıs 1992'de, kuşatma altında bulunan Saraybosna'da, Vase Miskin sokağında meydana gelen patlama sonucunda 17 sivil hayatını kaybetti, 108 kişi de yaralandı.Onlarca sivilin ölmesi üzerine İngiltere Başbakanı, ABD Başkanı, Türkiye Dışişleri Bakanı ve başka siyasi liderleri hemen bu korkunç olayın Sırplar tarafından yapıldığını anlamıştı. Neticede, üç gün sonra, 30 Mayıs 1992'de, BM Güvenlik Konseyi, Sırpların yaptığı ekmek bekleyen insanlara saldırı nedeniyle Yugoslavya Federal Cumhuriyeti'ne petrol satışının yasaklanması ve hava bağlantısının kesilmesini de kapsayan geniş bir ekonomik ambargo uygulanmasını kabul etti.

     Üç yıl boyunca Sırplar uluslararası hiçbir konvansiyona kulak asmayarak insanlık dışı uygulamalarını pervasızca sergilediler. Soykırım ise savaş başladığından beri Sırpların başvurduğu yegane savaş yöntemiydi. Daha savaşın ilk evrelerinde Nisan1992’de Srebrenitza’nın hemen dışında bulunan Bratunac köyünde yaklaşık 350 Bosnalı Müslüman Sırp ve özel polis güçleri tarafından işkenceye tabi tutulmuş ve öldürülmüştü. Müslümanlar bölgeye uygulanan ve en çok kendilerinin zarar gördüğü ambargodan ötürü hafif silahlarla ve az sayıda mermi ile karşı koymaya çalışıyordu.
     Bosna Savaşı’nın sonlarına doğru Müslümanların birçok cephede zafer kazandığı bir sırada öne çıkarılan Dayton Barış müzakereleriyle savaşın sona ereceğini gören Sırplar, avantaj elde etmek için iki stratejik kent olan Gorajde ve Srebrenica’yı ele geçirmek maksadıyla bu iki kente saldırdılar. BM tarafından güvenli bölge olarak ilan edildikten iki yıl sonra Srebrenica, 1995 yılının yaz ayında toplu katliamın kurbanı oldu.
     Srebrenica çevresindeki ilk toplu mezarları ortaya çıkararak Pulitzer Ödülü kazanan Amerikalı gazeteci David Rohde bu tavrı eleştirerek şöyle dedi: “Uluslararası camia taraflı bir şekilde binlerce insanı silahsızlandırmış ve sonra da onları en azgın düşmanlarına teslim etmiştir. Srebrenica, uluslararası camianın felaketin uzağında durduğu bir durum değildir. Aksine, uluslararası camianın eylemleri katilleri cesaretlendirmiş, onlara yardım etmiş ve işlerini kolaylaştırmıştır. Srebrenica’nın düşmesi gerçekte olması gereken bir durum değildi. Binlerce iskeletin Doğu Bosna’da oraya buraya saçılmasına hiç gerek yoktu. Binlerce Müslüman Bosnalı çocuğun Sırplar tarafından boğazlanmış babalarının, dedelerinin, amcalarının ve kardeşlerinin hikayesi ile büyümesine hiç gerek yoktu.”
     Savaşın ilk aylarından başlayarak Birleşmiş Milletler temsilcisi ve Avrupa Birliği temsilcisi savaşı durdurmak için taraflarla müzakereler yaptılar. Bosna-Hersek'i etnik açıdan 3 bölgeye ayıran çeşitli haritalar çizildi ve taraflara sunuldu. 1994 yılında NATO uçakları BM'in ilan ettiği uçuş yasağını uygulamaya başladılar. Böylece Sırpların hava üstünlüğü kaybolmuş oldu. Mart 1994 tarihinde Boşnaklar ve Bosnalı Hırvatlar anlaşmaya vardılar ve birbirleriyle savaşmaktan vazgeçtiler.

     28 Ağustos 1995'te Saraybosna'daki Markale pazarına Sırplar tarafından atılan bombanın patlaması sonucu 37 kişi öldü, 90 kişi de yaralandı. 30 Ağustos 1995'te, en son UNPROFOR askeri de Bosna Sırp topraklarından ayrılır ayrılmaz NATO uçakları Sırp Cumhuriyeti’nde seçilmiş bazı hedeflere bir dizi hassas vuruş yaptılar. Bosna Sırp askeri birliklerine yönelik NATO bombardımanı için gerekçe olarak Markale'deki silahsız Boşnaklara karşı saldırı ve Srebrenitza katliamı gösterildi. Hırvat, Boşnak ve NATO saldırıları karşısında uzun süre dayanamayan Sırp birlikleri, Ekim ayında teslim olmak zorunda kaldı.

     NATO baskıları sonucu İzzetbegoviç, Tudjman ve Miloseviç anlaşma masasına oturdular. 21 Kasım 1995'de Dayton Antlaşması kabul edildi. 14 Aralık 1995'de bu antlaşmanın son halinin imzalanmasıyla birlikte Bosna Savaşı son bulmuş oldu.

     İçimizi dram kapladı farkındayım. Ancak tarafsız olarak wikipedia'da yer alan savaş kronolojisi bu şekilde. Ne gerek vardı bunca acıya ? Ne için yani ? Din, dil, ırk farklılıkları böylesine acıları yaşamaya ne kadar değer ? Bu şehre geldiğinizde "Canlı Savaş Müzesi"ni de gördükten sonra gerçekleri daha da görür olacaksınız. Neyse... Biz anılarımıza ve gezi maceralarına geri dönelim.

     Sabah 6 gibi kalkıp tren garına doğru yol aldım. Bu güzel şehirde mecburiyetlerden dolayı sadece bir gece kaldım. İlk fırsatta tekrar görmek ümidiyle.

     Kendine iyi bak Bosna. Sana ihtiyacımız var.
Devamını Oku »

8 Aralık 2015 Salı

Ölmeden Önce Listesi

Bu liste kendini güncelleyecektir...
Devamını Oku »

10 Haziran 2015 Çarşamba

Üsküp – Bizden Bir Yer


     Gece 10 civarı halk oyunları camiasında sıkça duyduğum, ancak oynamaya bir türlü fırsatım olmayan Üsküp Yöresi’ne 42 numara adımlarımı atmak nasip oldu. Çok değil 3-4 gün önce Belgrad-Ohrid rotasında ara durak olarak kullanmıştım burayı ve Belgrad'dan Üsküp'e... Üsküp'ten Ohrid'e Bir Seyyah Efe... yazımda geniş yer vermiştim Üsküp Tren Garı’na. Tren garına vardığımda Makedon polisi çekik gözlü bir aileyi adeta tutsak almış ve etrafına kimseyi yaklaştırmıyorlardı. Acaba ne suçları vardı ?


Devamını Oku »

2 Mayıs 2015 Cumartesi

Manastır - Bitola Moi Roden Kraj (Bitola, Benim Güzel Memleketim)

MANASTIR (BİTOLA)


     Manastır...  Belki size ilginç gelecek ama çocukluğumdan beri hayalini kurduğum şehirlerden biri. Sonunda bu esrarengiz ve sevimli Makedonya şehrindeyim.



     Ülkenin Üsküp’ten sonra 2’inci büyük şehri. Biz her ne kadar Manastır olarak bilsek de bu isim Yunanca’dan kalma imiş. Şehrin şu an ki adı Osmanlı döneminde kullanılan Bitola. Yaklaşık 100bine dayanan nüfusu ile dümdüz Palegonya Ovası’na kurulmuş. Kardeş şehri ise cağğnıım Bursa’m. Yükselti yok denecek kadar az. Yeşillikler içinde bir yer. Zaten Ohrid – Manastır (ya da Bitola) yolu da yemyeşil. Sanki Karadeniz turu yapıyorum. Sağınızda orman, solunuzda nar bahçeleri. Dilinizde “Bitola, moi roden kraj” nağmeleri. (İtiraf ediyorum aylar sonra Türkiye’ye geldiğimde hala dilimdeydi bu hoş türkü.) Türkçesi ise “Bitola, benim güzel memleketim.” demek imiş. Denildiği kadar güzel mi, bakalım gezip göreceğim.




     1990'ların Türkiye’sinden kalma eski 403’lerden virane bir otobüs ile yolculuğum tüm hızıyla devam ediyor. (Hep kullanmak istemişimdir ‘tüm hızıyla’ ifadesini. Sonunda!) Otobüsün yaş ortalaması ben diyeyim 50, siz deyin 55. Sanki Ohrid’in ve Manastır’ın tüm tonton teyze ve amcaları beni beklemişler seyahat etmek için. Arkamda oturan amca da sağ olsun Ohrid’den çıktığımızdan beri Tarzanca bir lisan ile telefonla konuşuyor. Arada inşallah, maşallah dışında Türkçe kelimeler de kulağıma çarpıyor. “Haydiiiii, nerdedir big toto.” “Öyleee?” “Onundur bir toto.” “Şenol’a dedim ki var ben.” “Haydi sağolasaaan.”


     Resen şehrinde (ya da kadabasında) durduk. Otobüsün neredeyse yarısı değişince yaş ortalaması da biraz düştü.

     Yola devam. Haydiiii...





     İnsanın midesini alt üst eden daracık ve virajlı yollar nihayetinde Manastır’a varabildik. “Acaba nerede insem Askeri İdadi’ye daha yakındır, birilerine sorsam mı ki?” diye hunharca düşünürken otobüs terminaline vardık bile. Türkiye’de küçük bir ilçe terminalini andıran bu yerde şehir haritası arama gayretinde bulunmadım. Zira, bulamayacağımdan adım gibi emin idim. Terminalden çıkan insan kalabalığını takip ederek tren garına ulaştım. Berbat halde bir gar ! İnsan azıcık onarım yapar, dış görüntüsünü hoşlaştırır. Belediyecilik anlayışı yerlerde sürünüyor. Gelmişken tren saatlerine de baktım. Ancak Kiril alfabesi ve listenin karmaşıklığından ötürü pek de anladım diyemem. Garda gördüğüm sırt çantalı gezgin bir arkadaşa sordum. O da Üsküp’e gidecek imiş ama o da anlamamış. Günlerden Pazar olduğu için görevli olmayınca birlikte kafa yorup beyin fırtınası yaptık ve Üsküp treninin 18:35’te olduğuna karar verdik. Teyit etmek için  kablosuz ağ aradı telefonum. Şansıma bir tane bulup Railplanner uygulamasına baktım. Ama garın kendince mütevazi hali uygulamanın güncelliği konusunda kafamda soru işaretleri bıraktı. Kablosuz ağ kaynağına daha sonra değineceğim. Tren garından dümdüz ve geniş bir yol ile Bursa Kültürpark’ı anımsatan bir parkın yanından sonunda Askeri İdadi’ye ulaştım.





















Manastır Askeri Lisesi Müzesi’ndeyim.



Saygı dakikaları başladı !

Seni ilk gördügümde mermerden bir mozolenin 7 metre altında yatıyordun. Sonra biraz büyüdüm koca bir adam olarak savaştığın, emirler verdiğin, göğsüne şarapnel parçasının geldiği Çanakkale'de gördüm seni. Biraz daha büyüyünce 3,5 sene de olsa seninle aynı üniformayı giyerek aynı sıfata sahip olmanın haklı gururunu yaşadım, "HARBİYELİ" olarak. Hatta aynı sınıftık, piyadeydik. Tabi fark ettim ki ben büyüdükçe sen gençleşiyordun. Şimdi ise kendime amaç edindiğim `seni yaşama görevinin` sondan bir önceki adımındayım. Şu sokakların, koridorların dili olsa da konuşsalar. Anlatsalar askeri lise`li Mustafa Kemal nasıl biriydi. Anlatsalar Eleni ile aşkınızı. Ya da anlatsalar yıllar sonra İttihat Ve Terakki olarak muhaliflik nasıl yapıldı bu evlerde. Anlatılacak o kadar şey var ki zihinlerde... 


Dışarıdan bakıldığında küçük bir yapı. Yıllar boyunca tarih kitaplarında ve Anıtkabir’deki maketi ile şekillendirmiştim kafamda. Ancak beklediğim kadar büyük değilmiş. Dış duvarlarına yapılmış grafitiler ve bakımsızlığı içimi cız etti adeta. Böylesine önemli bir yapı neden bu kadar bakımsız eyy Bitola Belediyesi ? Eyy Makedonya Kültür ve Turizm Bakanlığı ! Küçük ve sevimli giriş kapısından mezar taşları ile bezenmiş bahçesine adım attım. Mezar taşları ne alaka ? Ben de bilemedim. Müzenin içerisindeki danışma masasında tatlı dilli bir ablamız karşıladı. 50 MKD vererek bilet almak zorundasınız. Haydi size müze hakkında bilgilerimi arz edeyim :

     Şimdiiii... Müze diyorum ama yeterinde küçük bir yer. Kırmızı halılı merdivenlerden yukarı çıkınca solda ve sağda olmak üzere iki bölümden oluşuyor. İlk bölümde 1. Dünya Savaşı’ndan kalma parçalar var. Silahlar, belgeler, haritalar, yöresel kostümler, arkeolojik kalıntılar ve aklınıza ne gelirse. Antika değerinde eşyalar olduğu için bu bölümde fotoğraf çekmek yasak. İlla çekinmek istiyorsanız danışmaya söylüyorsunuz ve belli bir ücret karşılığında onlar sizin fotoğrafınızı çekiyorlar. İlk bölüme hızlı bir göz gezdirip hemen beni ilgilendiren ikinci bölüme geçtim. Mustafa Kemal ATATÜRK anı odası... 9. Cumhurbaşkanı Sayın Süleyman Demirel girişimi ve desteği ile 1998 yılında hizmete açılmış. İçerisinde Atatürk’e ait birçok obje var. Kitaplar, üniformalar, plaketler, resimler, balmumu heykel ve bronz büst ve en önemlisi mektuplar. Evet mektuplar. Hele bir tanesi var. İnsanı kendinden alıyor. Manastırlı Eleni’nin askeri lise öğrencisi civan delikanlık Selanikli Mustafa Kemal’e yazdığı mektup. Aşk mektubu... Önce bir okumanızı isterim :




     Anı defterine içimden ne geliyorsa yazdım ve imzaladım. Müzede Ankara’dan gelen emekli mühendis bir beyefendi ile tanıştım. Eğer kendisi okuyor ise selam olsun. Kısaca hikayemi anlatınca “Helal olsun sana evlat !” dedi, içimi okşadı. Daha sonra küçük Manastır sokaklarında belki beş defa karşılaştım kendileri ile.
Müzede içime dolan tarifsiz duygu seli ile başladım Manastır sokaklarını keşfetmeye. Mezar taşlarının arasından geçince karşınızda Şırok Caddesi’ni göreceksiniz. Belgrad’da Mihalioava Caddesi’ne yaptığım tüm benzetmeler Şırok Caddesi için de geçerli. Şehrin kalbi niteliğinde. Trafiğe kapalı ve her türlü ihtiyacınızı giderecek cinsten. Sağlı sollu kafeler, barlar, kitapçılar alışveriş merkezi ve nicesi. Bu arada AVM’nin önüne gelirseniz “Badem Bitola” adında şifresiz internet ağı var. (Bu da benden size kıyak olsun.) 











Şırok’ta dışında Atatürk silueti olan “Tarihi İstanbul Dönercisi” bulunuyor. Tavuk döner 80 MKD, et döner 90 MKD, çay 30 MKD, ayran 30 MKD, fırında sütlaç 70 MKD, mercimek çorbası 70 MKD. Notlarımı aktarırken bi sütlaç olsa da yeseydik.



Her daim Türkçe kelimeler duyabileceğiniz Şırok Caddesi’nin sonunda şehrin merkezi ve buluşma noktası olduklarını düşündüğüm tarihi bir saat kulesi ve cami bulunuyor. Gözlerim o meşhur türküye dize olan meşhur çeşme ve meşhur havuzu aradı.


"Manastır'ın ortasında var bir havuz
Aman havuz canım havuz
Manastır kızları hepsi de yavuz

Biz çalar oynarız

Manastır'ın ortasında var bir çeşme
Aman çeşme canım çeşme
Manastır kızları hepsi de seçme

Biz çalar oynarız

Manastır'ın ortasında var bir pınar
Aman pınar canım pınar
Manastır kızları hepsi de çınar

Biz çalar oynarız"




     Eski vakitlerdeki önemi ve durumu hakkında edecek lafım yok ama günümüzde bir numarası kalmamış bu çeşme ve havuzun.

     Çeşme ve havuzun ardındaki köprüyü geçip sağa dönünce biraz aşağıda şehir pazarı var. Not etmişim, size aktarmamak olmaz, domatesin kilosu 20 MKD.

     Sıra geldi sonra değineceğim dediğim kablosuz ağ kaynağına. Tren garının tam karşısında Puknik (Piknik demek sanırım) gibi bir isme sahip çay bahçesinden bozma, düğün salonu olarak da kullanılabilen bir açık hava mekanı var. Şansıma kapalı bölümünde düğün vardı. Yöresel danslara olan merakımdan ötürü kapalı alanın hemen önündeki masaya oturdum. Yine + 60 yaş ortalamasına sahip olduğunu düşündüğüm yaşlı bir populasyon var. (Buralarda neden hep yaşlı insanlar var ?) Söylemeden edemeyeceğim giyimleri çok Avrupai. Zevkli bir dans icra ediyorlar içeride. Halay desem halay değil, karşılama desem hiç değil. Ama müziği ve figürleri çok eğlenceli. Enstrüman olarak klavye ve akordiyon var. Halka şeklindeki gruptan sırası ile birer kişi ortaya geçiyor ve elinde kırmızı mendil ile çeşitli figürler sergiliyor. Herkes yeteneğini konuştururken halkanın geri kalanı da ortadakinin yaptığını yapmaya çalışıyorlar. Mekanda fiyatlar çok ama çok uygun. Bira 50 MKD. Emirhan’ın gitmeden önce sıkı sıkı tembihlediği “baked chese” 80 MKD. Siparişlerimi beklerken birikmiş notlarımı yazma vakti.



     Baked chese sipariş edince toprak çömlekte peynirli bir ürün beklerken mantar ızgara geldi önüme. “Yan masadan mı acaba ?” diye düşündüm ve kabul ettim. Benim peynirli yemek gelmeyince de bi güzel gömdüm. Biranın yanında da çok iyi gidiyor, haberiniz ola. Garsona siparişimi sorunca “Geldi ya.” Demesin mi. Siparişler karışmış anlaşılan. Neyse, nazar boncuğu olsun.

     Bu arada Balkanların güney sınırına yakın olduğumdan mıdır bilinmez mükemmel bir hava var.

     Şehir küçük olduğu için tramvay ya da metro ulaşımı yok. Sadece küçük dolmuşlar gözüme çarptı.

     İnsanlar tokalaştıktan sonra sadece sağ yanaklarını değdiriyorlar. Bayramlarda yüzümüzü yıkamışa çeviren teyzeleri düşünüce mantıklı geliyor bu gelenek. Türkiye’de olsa en azından yüzümüzün bir yarısını ıslattırmış oluruz. Sol taraf temiz kalacak.

     Tren vakti geldiği için istasyona geri geldim. Sonunda günlerden pazar olmasına rağmen görevli bir şahıs buldum. Yarım yamalak bir dil ile Türk olduğumu deyince “Extra Turco” gibi bir şey dedi. “Süper Türk” demekmiş. Tatlı bir tebessüm ile teşekkürlerimi bildirdim.



     1900lü yılların başına büyük kentler arası ulaşımın sadece trenle olduğu düşünürsek Mustafa Kemal kaç kere arşınladı acaba bu kaldırımları ? Bugün ne kadar da ortak anılar yaşadım kendisi ile. Ne mutlu bana bu imkana sahip olduğum ve gezme arzusunu bir an olsun içimden atamadığım için... Müteşekkirim herkese ve sizlere.

     Sonunda trenin hareket saati geldi çattı.

     Trenin içi tahmin edebileceğinizden daha pis. İnsan bi temizler değil mi ama ? Günün yorgunluğu sebebi ile koltukta sızıverdim. İnsan seslerine uyanınca tek başıma tüm kompartımanı işgal ettiğimin farkına vardım ve paylaşımcı ruhuma engel olamadım yine.

     Üsküp’e doğru yol alırken kondüktör geldi ve biletime tarihi işledi. Hani Latin alfabesi olunca tarih yazmıyorlardı ? Hani onlardandık ? Ya da onlar bizdendi ? Boşu boşuna biletten bir günü heba ettik iyi mi ? Tekrar gün hesaplaması yapmam gerekecek anlaşılan. Her neyse. Üsküp’te görüşürüz.

     Haydiiii....

     La revedere !
Devamını Oku »